Bizim
İrfan Elbir

Bizim "Aynalı"nın hikâyesi

Advert

Henüz bıyıklarımızın yeni terlediği zamanlardan;

Ahırdaki ineklerin her birinin ismi ile çağrıldığı, evdeki çocuklardan bile daha fazla ilgi gördüğü; akşamları, inekler yedikten sonra sofraya oturulduğu ve gün boyu sadece onları doyurmak için çalışıldığı günlerden bahsediyoruz.

Aynalı, bizim ahırın en imtiyazlı ineği idi. Biraz iri yarı, besili, ama sütü yağı bol bir hayvandı. Çok yerdi ve onu doyurmak zordu. Yalını, kurumuş otunu, “alaf”ını yerken bile, yanındakilerin yiyeceğine uzanır, onları boynuzlar, yiyeceklerine göz kordu.

Ahırımızın demirbaşı gibiydi. Ondan başka inekler, düveler, buzağılar da vardı. Hepsi satıldı, kurbana verildi, yerlerine başkaları geldi. Ama o evimizin vazgeçilmesi gibiydi. Hatırladığım kadarı ile yedi sekiz sene onun sütünü, yoğurdunu yedik, ayranını içtik.

Aynalı, sanki aklı varmış gibi davranırdı. Ahırdan çıktıktan sonra yönünü “Kayayanı” tarafına çevirsen, o tarafa gider ve başka bir ikaza gerek duymadan kıvrım kıvrım yolları aşarak, yanlış yöne sapmadan gider, diğerleri de onun ardından konvoy olurlardı. Eğer “Zalon”a gidecek olsak o tarafa yönelir, tepeleri, ırmakları aşarak hiş şaşırmadan en uç noktaya varırdı. Dönüşte de aynı şey şekilde, diğer inekler hep onun peşinden gelirdi. Hem akıllı, hem de sevimli, hem de tabir yerinde ise kafası havada gezerdi.

Bir gün nenemle beraber onu “Biliter” çeşmesinde sabunla güzelce yıkamış, meraya salmıştık. Hava çok güneşliydi. Aynalı tertemiz olmuş, ayak bileklerindeki beyaz benekler açığa çıkmış, altın sarısı tüyleri kıbleli rüzgârdan kupkuru olmuştu. Gittim, başını kucağıma aldım, yanaklarımız birbirine değdi, onu sevdiğimi gözlerini yumarak ve kafasını bir sürahi gibi uzatarak gösteriyordu. Ara sıra yaptığım gibi başımı önüne eğdim, o da benim, -o zaman henüz var olan- saçlarımı güzelce yalamış ve taranmış gibi yapmıştı. O gün ikimizde yeniden tertemiz olmuştuk sanki.

Otun en iyisini arar bulur, çok güzel yayılır, yanına diğer inekler yaklaşamazdı. Gürgen ve istiriç ağaçlarının alçak dallarını keser, yapraklarını yesinler diye önlerine atardım. O kendi payına düşeni yediği gibi, diğerlerininkileri de bir şekilde korkutarak yerdi. Bir keresinde nenem, bahçeden kırılan veya yere düşmüş mısır koçanlarını sepetine doldurup evin önünde dururken, Aynalı geldiği gibi kafasını sepetin içine daldırdı ve nenemi olduğu yere düşürdü, sepette ne varsa bir çırpıda yedi.

Onu beklemek zordu. Tarlaya uzanacak, kabak teveklerini yiyecek, meyve dallarına zarar verecek, biçip kurutulması için hayvanlardan sakınılan çayırlara gidecekti. Onun peşinden koşmak, ona yetişmek mümkün değildi. Bir gün çok kızdım;

Nene şu ineği satalım artık, daha bekleyecek halim yok, diğerlerini beklemek bir yana onun peşinden koşmak bir yana, çok yoruluyorum” dediğimde, nenem;

Bir gün satılacak elbet oğlum, ama dört ineğin sütü bir yana, onunki bir yana..” demişti.

Nenem, ahıra girdiğinde adeta konuşurdu onunla. Kızıp saydırırdı ona… “Tam ahıra girecekken tarlaya uzanmak nedir, doymadın mı halâ, andır kalsın senin iyiliğin, hele bir satıldığını görsem, bıktım seni?..” der ilenirdi.

Ben de hakikaten nenemin bu sitemlerini anladığını ve utandığını düşünür, “Yapma nene, deme öyle, küser şimdi...” derdim.

Dedem, Aynalı’yı satacağını köyün celebine haber verdiğini söylediğinde evde bir matem havası oluştu. Herkesin yüzü asıldı. Kimse Aynalı’ya kötü söz söylemiyor, yaptığı havailikleri görmüyor, verdiği zararları konuşmuyordu. Çok alışmıştık ona ve bu dönüşü olmayan ayrılış zor gelecekti. Birkaç gün sonra celebin geldiğini hüzünlenerek gördük. Ahırda Aynalı’nın, evde bizim, dizlerimizin bağı çözüldü. Hanenin bir üyesi geri gelmeyecek şekilde gidiyordu sanki. Nenem, son bir hamle ile; “Bağ parası vermedin, onu ayrıca verecektin” dedi celebe. Ellerini avucuma aldım, “Bırak nene, o da bizim hediyemiz olsun..” dedim. Celep duymazlıktan geldi…

Aynalı yeni sahibinin ardından kayboldu gitti..

Geri bakmadı bile.

Yüreğim sızladı, birkaç gün inek beklemeye gidemedim.

Nenem, sırtında alaf yükü ile inekler önde kendisi arkada eve geldiğinde, daha yükünü sırtından çözmeden şöyle demişti bana;

İnekleri meraya götürmek ve geri getirmek için çok eziyet çektim. Aynalı olsa yola girer, diğerleri de onu takip ederdi. Eskiler ‘kırk işçi, bir başçı..’ derdi oğul. Şimdi onu niye bu zamana kadar satmadık, anladın mı?

Ahıra da bir baş lazım oğul, ahıra..

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Balıkesir'de büyük Çepni buluşması
Balıkesir'de büyük Çepni buluşması
Sebahattin Arslantürk: Hedef dekar başına 500 kg
Sebahattin Arslantürk: Hedef dekar başına 500 kg