Soru Değil, Sorun Çözen Bireyler

Kendi ellerimizle sorun çözen değil, soru çözen, bilinmeyenin peşinde koşan değil, bilineni tekrar eden gençler yetiştiriyoruz. Devamında fikir üreten değil, başkasının fikirlerini yayan, teknoloji üreten değil, üretilen teknolojiyi kullanan bir toplum ortaya çıkıyor.

Soru Değil, Sorun Çözen Bireyler
Soru Değil, Sorun Çözen Bireyler Yonetici
Advert

Milli Eğitim bakanımız “ biz çocukların soru değil, sorun çözmesini önemsiyoruz” diyor ve bu düşüncesini destekleyecek söylemleri her fırsatta dile getirmeye devam ediyor. Eğitimin içinden gelen ve eğitimin başında olan birisinin sürekli bu temayı işlemesinin bir anlamı olmalı.  Meseleye ilişkin bir kısmını daha önceki yazılarımda da işlediğim düşüncelerimi sizlerle yeniden paylaşmak istiyorum.

Geçenlerde üniversite sınavına hazırlanan bir gencimizin çözdüğü edebiyat sorularına kulak verdim. Sorulardaki detaylar, çocuğun okuduğu bir kitaptaki paragrafı anlamasına, kendini bir topluluk önünde etkili bir şekilde ifade etmesine, bir meramını karşıdakilere gerektiği gibi anlatmasına hiçbir katkısı olmayacak nitelikteydi. Benzer durum diğer dersler için de geçerli. Hatta üniversite sıralarında karşılaşılması gereken bazı konulardaki detayların lise dersleri içinde yer aldığını görüyoruz.

Çocuklarımızın sorun çözme becerileri yerine soru çözmeye odaklanmasının nedeni, eğitim sistemimizin en zayıf yönünden kaynaklanıyor. Bu zayıf yön, eğitimleri süresince çocuklarımızın bilgi ve becerilerini ölçüp değerlendirmedeki eksikliğimiz. Başka bir değişle; okullarda yürüttüğümüz faaliyetlerin gerçek sonuçlarını ve çocuklarımıza tam olarak neyi kazandırıp neyi kazandırmadıklarımızı bilemiyoruz.  Standart uygulamalar, öğrencilerimizin doğuştan gelen yeteneklerini ortaya çıkarma ve geliştirmesi yerine, onları bir potada aynılaştırılarak yeteneğinin ne olduğunun anlaşılmadığı bireylere dönüşmesini sağlıyor. Bütün sistem yeteneklerin israf edildiği dev bir organizasyona dönüyor.

Eğitim süresince ölçme-değerlendirme faaliyetlerimizin yetersiz olmasının birkaç nedeni var. Öğretmen adaylarının seçimi ve yetiştirilmesi konusundaki eksiklikler,  öğretmenlerimizin bir kısmının ölçme ve değerlendirme konusundaki yetersizliği, öğrenci ailelerinin konumları ve öğretmen üzerindeki etkileri, öğretmenlerimizin sınıf veya çevrede pratik çalışmalarda bir yardımcısının bulunmaması, eğitim öğretim faaliyetlerinin sadece sınıf içinde olması gerektiği algısının hâkim olması, teorik derslerin daha kolay ve kısa süre alması nedeniyle tercih edilen bir yaklaşım olarak benimsenmesi bu durumun nedenleri arasında yer almakta. Ayrıca çocuklarımızın hayatlarını belirleyen sınavların yetenekleriyle ilişkili olmaktan ziyade çözülen soru sayısıyla ilişkili olmasının öğretmen ve okul üzerinde oluşturduğu şiddetli baskı, zaman alıcı gerçek ölçme-değerlendirme işlemlerinin okullarımızda sistematik olarak yürütülmesinin önündeki en büyük engellerden birisidir. Eğitim-öğretim faaliyetlerinin büyük oranda nakilciliğe dayanması da büyük bir sorun. Nakilciliğin hâkim olduğu sistemde öğrencilerin doğuştan gelen becerilerinin ortaya çıkarılması mümkün değildir.

Anaokulundan itibaren liseden mezun oluncaya kadar süreç içinde öğrencilerimizin yeteneklerini ortaya çıkaramadığımız için üniversite adaylarını seçmenin geriye bir yolu kalıyor. O da üniversiteye giriş sınavında şeytanın aklına gelmeyecek detaylarda ve öğrencinin ömür boyu bir daha karşılaşmayacağı konulardan sorular sormak. Bunu yapmaya mecburuz. Üniversiteye girmek isteyen aday sayısı oldukça fazla ve siz onları başka türlü seçemiyorsunuz. Çünkü yukarıda özetlemeye çalıştığım nedenlerden dolayı bu aşamaya gelinceye kadar öğrencilerin değerlendirilmesiyle ilgili okullarda belirlenen ölçütlere güvenemiyorsunuz.  

Sonuçta kendi ellerimizle sorun çözen değil, soru çözen, bilinmeyenin peşinde koşan değil, bilineni tekrar eden gençler yetiştiriyoruz. Devamında fikir üreten değil, başkasının fikirlerini yayan, teknoloji üreten değil, üretilen teknolojiyi kullanan bir toplum ortaya çıkıyor.

Yıllardan beri sınıf içinde uygulama yapmadan “öğrenci-öğretmen-kitap” üçlüsü ile yürütülen teorik düzeydeki eğitim-öğretimin daha ucuz olduğunu düşündük. Yetiştirdiklerimizin verimliliklerine bakıldığında bunun hiç de ucuz bir yöntem olmadığı görülecektir. Üniversitelerimizde ve araştırma kurumlarımızda onca birim olmasına karşın fikir, bilim ve teknoloji üretme konusundaki verimsizlik “soru çözdüren” ve “bilineni tekrar ettiren” bir eğitim-öğretim anlayışının sonucudur.

Sonuçta eğitimcilerimizin büyük çoğunluğunun da hemfikir olduğu Milli Eğitim Bakanımızın anlayışını eğitim sisteminin her kademesinde hâkim kılmak gerek. Öğrencilerimizi iyi yetişmiş öğretmenler tarafından süreç içinde ölçmek, yeteneklerini ortaya çıkarmak ve hayatlarının geri kalanını buna göre yönlendirmek en akıllıca iş olacaktır. Bütün bunları düşünmek tek başına yeterli değil. Okullarımızın fiziki ortamlarını da zaman içinde bu durumla uyumlu hale getirmek gerekecektir.

Bir yerde mutlu insanlar yoksa gerçek başarı da yoktur. Öğrenciler tarafından çözülen soru sayısına odaklanmış mevcut sınav sistemi, hem okul idarecileri, hem öğretmenlerimiz, hem de çocuklarımız ve aileleri üzerinde büyük stres oluşturuyor. Sistem, “mutsuz insanları” çoğaltmanın yanında “sorun çözen toplum” olmaktan bizi uzaklaştırıyor.

Çocuklarımızı “sorun çözen” bir anlayışla yetiştirmemiz birden olacak şeyler değil. Bu, ülkemiz için zaman alıcı ve hiçbir zaman vazgeçmeden inatla üzerinde durmamız gereken önemli bir konu. Ülkemizde son zamanlarda bu yönde gösterilen çabaların artarak devam ettirilmesi ve toplum olarak bunun arkasında durmamız gerekiyor.   

 

 

 

Prof. Dr. Ali Kandemir Soru Değil Sorun Çözen Bireyler Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Balıkesir'de büyük Çepni buluşması
Balıkesir'de büyük Çepni buluşması
Sebahattin Arslantürk: Hedef dekar başına 500 kg
Sebahattin Arslantürk: Hedef dekar başına 500 kg