Şehir insanı yer...
İbrahim Hakkı Gündoğdu

Şehir insanı yer...

Advert

Alınmamalı şehrin bedduası... Çünkü onun tavrı hiçbir şeye benzemez. Şehrin ruhu ile yaşayanların ruhu birbirine ters düşerse şehir altüst olur. O yüzden dokuz katlı nicesini biliriz ki Gayya kuyusu gibidir. Tarihin Truva’sı ah!.

Şehir, dünkü tüm değer ve ruhların, hal anında ve gelecekteki tüm değer ve ruhlarla buluşma halidir. Eğer “hal” bu görevini menfaatsiz, samimi bir gönülle yaparsa şehir yarınlara gönül rahatlığıyla yürür.

Şehir, zaman, mekân ve insan gelişiminin iç içeliği olarak değerlendirilirken, işlevselliklerinin sebep sonuçları ve kuranın ve kurduranın niyetlerinin örtüşmesi olarak da ele almalıdır.

Ayrıca şehri, ruhların tezahürü olarak değerlendirmek de bir vicdan rahatlatması yapacaktır. Bu üçünü yan yana koyup çarpım tablosu gibi yeniden irdelemek belki gelecek zamanları yönlendirmenin de bir vesilesi olabilecektir. Böylece şehir “üç çarpı üç” inceleme boyutuyla ele alınırsa daha sağlıklı bir sonuca varılabilir.

Şehri insan kurar... Kurar kurmasına da, ruhu Tanrı’dan gelir. Veya kuranların, yaşayanların, yaşatanların hatta uğrayanların ruhlarının toplamı olur şehrin kendisi.

Yolgeçen hanı değildir tabii şehir. Kucaklayan, kabullenen, saran sarmalayan, beğenmese kusandır. Handa kalanın da bir hayali, bir talebi vardır.

Ad kavminin de şehri vardı, Lut kavminin de… Semut kavminin şehri bir o kadar da muhkemdi ayrıca.

Yetmiyor öyle alengirli ve gösterişli olması.

Parayı ilk bulan Lidyalılar olmuştu. Parayı bulmuşlardı bu hiç de kolay bir şey değil. Olağanüstü bir güç sarmıştı onları. Hatta paralı askerlerinin ihtişamı dillere destandı o zaman. Doğudan Persler gelmişti. (Çapulcu gibi gelmişlerdi belki, ama…) bir gelip, pir gelmişlerdi. Böyle yıktılar ve yok ettiler dünyanın en zengin milletini.

Bu hayran bırakan bir gücün yıkılışı değildi, bir kendini beğenmişliğin, bir anlamsız gururun yerle bir oluşuydu. Sard şehri tarumar olmuş, harabeye dönmüştü. Bir şehir böylesi yıkılırken hiç kendi halinden memnun olur mu?. Olur ya diyesi geliyor insanın!. Olur ya!.

Çünkü bugüne kadar insanlığa yakışır hiçbir eser yıkılmamıştır bu dünyada.

Şehir bu, onun bir toplum ruhu, bir de toplam ruhu vardır. O, kendini bilmeyenlere o toplamıyla haddini bildirir. Bir elle bildirir, bin elle bildirir... Ama bildirir…

Bugün paranın ilk sahibi Lidyalılardan, o ihtişamlarından geriye bir tek iz kalmıştır: para!. 

Nuh bir gemi yapmış da şehirden kaçmışsa bu hiç de sebepsiz değildir. Burada şehir insanları yemektedir değil, insanlar şehri yemektedir. Böyle anlarda insanlar kendi kendilerini de yemektedir. Hatta, dünü, hali ve yarını da yemektedir.

Her birimiz iyi biliriz ki hiçbir zaman “alın teri heba olmaz.” Peki bir şehir yerle yeksan oluyorsa o zaman bu hal bu söze tezat düşmüyor mu?. Hayır, düşmüyor!. Düşmüyor çünkü: o anki alın terinde hak, hukuk, adalet, iyilik, hoşgörü, samimiyet, vefa, fedakârlık kalmamış oluyor.

Yani her şeyin anlamsızlaştığı bir an yaşanıyor. Yaşananlar bir bela kabının içerisinde sadece kaosun ve egonun ilahına secde ediyor. Gerçek, en açık ve alenen görünmesine rağmen tereddütsüz reddediliyor. Gerçek kendini yine gösteriyor. Yine reddediliyor. Yine gösteriyor, yine reddediliyor.

Bu belki onlarca an tekrar ediliyor. Duygu, göz, yorum, bakış, hak yani insanlık kalmıyor. Her şey anlamsızlığın en katmerlisini yaşıyor. Orada ip kopuyor. İp üretimdir. İnsan ürünüdür. İnsanlığın olmadığı yerde olmamalıdır. İşte o yüzden ip kopuyor.

Kazılar yapıyoruz bugün, şehrin ruhunu hesaba katmadan. “Oooovvv,” diyoruz, “Yav burada dokuz şehir kalıntısı var,” diyoruz. Truva öyle değil mi?. Öyle diyoruz işte. Alişar da sekiz, Alacahöyük’de yedi... Ve diğerlerinde... Ne olmuş ki bunlara dokuz şehir üst üste kurulmuş. Şu anlama gelmiyor mu bu: Bir şehir kuruluyor ilk... İnsanlar yiyor, içiyor güzelce yaşıyor. Sonra o şehri yiyip içmeye başlıyor o insanlar. Şehir bir sabrediyor, iki sabrediyor, olmuyor. Bir uyarıyor, iki uyarıyor sonra, o halk şehri yiyip bitiriyor. Bitmiştir artık şehir de, insanlık da... Öyle zamanlardır ki mutlak felaket beklenir. Ya, bir düşman gelir vahşi ve barbar, ya deprem gelir kavi ve acımasız. İnsanlar yok olur ve şehir ölür. Şehrin ölümü şehrin kurtuluşudur burada.

Bazı şehirler vardır ki iyice ketumdur. Tarihin derinliklerine doğru kaç kat olduğunu, ne kadar toplumdan intikam alıp onları heba ettiğini göstermez, hatta gizler. Nemrut’un şehri böyledir mesela. Firavunların şehirleri... İstanbul niçin böyledir, Roma niçin böyledir, bunlar hiç bilinmez. O zalim diktatörler Neronlar ve Sezarlar  hem insana zulmetti hem şehre, o yüzden midir acaba?. Yahut mazlumların terk edişi ile şehir de kendi kendini terk mi etti?. Belli ki bu soruların cevabı dünya durdukça verilemeyecektir.

Sonra şehir pusuya yatar. Dün, bugün, yarın fark etmez intikamını alır.

O kütüphaneler ülkesi, o kadim şehir Bağdat yerle bir olmuşsa… Zirvelerde hep kartal yuvası gibi duran Kabil şu anda perişansa… Kutsal Kudüs bir girdabın içinde ise… Gizem dolu kadim Kahire çile çekiyorsa… Pekin teknoloji çağında köle üretiyorsa onlarda dünden gelen bir yanlışın intikamı var demektir.

Şehir sabır küpüdür ayrıca, hemen intikam almaz. Hatta,“yıkılmayayım şu insanların başına, mazlumlar da var içimde,” diye belki de Tanrı’ya yalvarır bile. Lakin sabır bir değil, iki değil, üç değildir ki. İnsandır güzele layık olan, çıkılmışsa insanlıktan layık olan alınmalıdır onun elinden. Alınır da…

‘Bugün teknoloji var. Kavi ve çok sağlam şehirler kurulur. Artık yerle yeksan olmaz hiçbir şey.’ Böyle söyleyenler yanıldıklarını anladı. Bunu yaşayan her düşünen beyin gördü. Bir fırtınayla, bir heyelanla, bir tsunamiyle şehirler yerle yeksan oluyorsa böyle içi boş hamasi böbürlenmek anlamsızlaşıyor demektir.

 

Maddenin kölesi olup da çok sağlam şehirler kurmak hiçbir toplumu kurtaramamıştır, kurtaramayacaktır da... Şehrin geçmiş ve gelecek ruhunu hesaba katmadan ilmi ukalalaştırarak yapılmış ne varsa her biri insanlığa felaket getirmiştir. Biz tanklar, tüfekler gibi şehirler biliriz bu yüzden. Öyle nicesi bugünlere gelememiş, yok olmuştur!. O kendini beğenmiş bilim: aşkı, gönlü ve manayı yanına yaklaştırmazsa 9,9 büyüklüğündeki depreme dayanıklı gökdelen yapsa da, 10,1 büyüklüğündekinin harabesiyle son bulur.

Kadim şehir hak ister, adalet ister, vefalı insan ister, gönül ister, paylaşım ister, bunların değerini bildikten sonra bilimi de yanına alırsa işte o zaman ebedileşir.

Nemrut’u, Fravun’u olmayan mütevazi, mahçup, kendi küçük ama aşk dolu gönlü büyük nice şehirler vardır tarihin derinliklerinden bugüne yıkılmadan gelmişlerdir. İyice araştırılırsa bunlar yıldızlar gibi görülür.

Dileğimiz: nice şehir yıldızlar gibi görünsün. 

 

 

 

 

DİĞER YAZILAR
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Balıkesir'de büyük Çepni buluşması
Balıkesir'de büyük Çepni buluşması
Sebahattin Arslantürk: Hedef dekar başına 500 kg
Sebahattin Arslantürk: Hedef dekar başına 500 kg